Evrensel bir şair.
Hayatımızda şiiri tutunacak bir imkân olarak almak
gerektiğini düşünüyorum. Hayatı kuran etkilerin içinde var olmuş olan şiir, bir
atardamar olarak yerini muhafaza eder. Sezai Karakoç şiiri hayata açıkça
sirayet eden bir ağırlığın içinde yer alır. Açık sözlü bir şiirdir. Kendini
saklamaz. Adeta ben buradayım diye seslenir. Duyurur kendini. Gösterir kendini.
Zaten dikkat edilirse Karakoç şiiri günümüze gelinceye kadar hep böyle
yapmıştır. Kendini bir mecburiyet halinde ortaya koymuş ve mecburen
görülmüştür. Çünkü görülmese olmazdı ve hayatın şiir tarafı eksik kalırdı.
Sezai Karakoç ne doğulu ne de batılı bir şairdir o bir bütünü kapsayan evrensel
bir şairdir.
Sezai Karakoç şiiri tümüyle dünyaya yöneltmiştir
bakışlarını. Tek yanlı, tek taraflı, nikbin bir şiir değildir. Yani yalnızca
bir taraf üzerinde yoğunlaşmamış, adeta dünyaya açmıştır gözlerini. Dünyayı bir
düşünüş halesi içinde gözlemlemiş ve öylece çıkmıştır meydana. Bu tarz bir
düşünme eylemi içinde yoğrularak kurulan şiir elbet kalıcı ve değerli bir
şiirdir. Zorlamasız, rahat okunan bir şiir. Ama rahatsız edici bir şiirdir de.
Gösterici, hatırlatıcı, adeta açığa vurucu bir yanı vardır. Bir taraftan Kan
İçinde Güneş şiirinde “Polonya Polonya sana günaydın” derken, Kutsal At
şiirinde ise “Cezayir’in atları / Sever çılgınca Tanrı’yı ve insanı”
demektedir. Muktedir bir düşünüş seviyesini yakalamış ve oradan dünyaya
açmaktadır şiirin kanatlarını. Zaten değil midir ki şair çağının tanığıdır. Çağından
sorumludur da şair.
Sezai Karakoç, Türk şiirinin seviyesini yükselten ayağa
kaldıran büyük bir şairdir. Çağımızın yüz akı bir şairidir. Türkçenin
imkânlarını iyi kullanmıştır. Kendine özgü bir dikkat getirmiştir şiirimize.
Monna Rosa, Leyla ile Mecnun aşkın manifestosunu ilan eden şiirlerdir.
Fuzuli’nin devamıdır Sezai Karakoç. Şiirse hayatı alır içine bir kıvama ersin
diye tarihin sönmeyen ateşinde dinlendirir. Ne yakar ne çiğ bırakır. Kıvamını
bulsun diye bekletir.
Dünyanın en güzel aşk şiirlerinden biri olan Monna Rosa
şiirinin şairidir. “Kelimedeki hayatı bulan, şair” dır aynı zamanda. Uzun
soluklu şiirlerin şairidir de. Köpük, Gül Muştusu, Masal, Fecir Devleti, Sürgün
Ülkeden Başkentler Başkentine, Ayinler, Alın Yazısı Saati uzun soluklu şiirlerdir.
Şairi büyüten şiiridir.
Sezai Karakoç’un edindiğim ilk kitapları Hızırla Kırk Saat,
Taha’nın Kitabı ile Üç Kaside adlı kitaplarıdır. Üç Kaside çeviri şiirlerden
oluşmakta olup şimdilerde “İslam’ın Şiir Anıtları’ndan” adıyla
yayınlanmaktadır. Hızırla Kırk Saat kitabı ise adından da anlaşılacağı gibi
kırk şiirden, yani kırk buluşma ve konuşmadan oluşmaktadır.
Edebiyat Yazıları III adlı kitabındaki “Batı Korosu”
başlıklı yazıda bu yazma eylemini çok samimi bir şekilde anlatır. Der ki Sezai
Karakoç: “Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve
haziran aylarında, Yenikapı’da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır
kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda,
deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin
bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten bu yüzdendir ki, şiire, Hızırla
Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır’a randevu vermiştim de, her
gidişimde, bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.” (a.g.e.
Sf:20)
Bu uzun soluklu, hatta Sezai Karakoç şiirinin bir mihenk
taşı mesabesi olarak kabul gören, onu ikinci yeni şairlerinden tümüyle ayıran
büyük metafizik farkın bu şiir ekseninde olgunlaşan ana fikrin önlenemez bir
şekilde dışa vurumuyla başlayan şiiri bir kır kahvesinde çeşitli zaman
aralıklarında yazdığını böylece bir belge olarak dile getirmiştir. Bu kahveye
her gidişinde sanki Hızırla bir buluşma yaşadığını söyleyen Karakoç, şiirin
adını da bu yüzden `Hızırla Kırk Saat` koyduğunu dile getirmiştir. İtiraflardan
da anlaşılıyor ki kitabın kırk bölümden oluşması bir tesadüf değildir. Karakoç
o kahveye kırk defa gitmiş ve her gidişinde şiirin bir bölümünü yazmıştır.
Hatta diğer anlatılara, duyumlara göre de o kır kahvesine gidinceye kadar aklında
o gün yazacağı şiire dair hiç bir mısra yoktur. Oturur ve bekler ve şiir gelir
ardından.
Hızır Aleyhiselam Hazreti Musa’nın yol arkadaşıdır. Bu
konuşmalarda şair bütün bir geçmişi gözler önüne sermekte, insanlık macerasının
dökümanını çıkarmaktadır adeta. Gün Doğmadan adlı toplu şiirler kitabının ilk
şiiri “Rüzgâr” 1951 yılında yazılmıştır. Toplu şiirler kitabına aldığı bu ilk
şiirlerinden biri olduğu anlaşılan şiir gibi hep bir dağdağanın, bir
mücadelenin, iyinin ve kötünün var olduğunu var olacağını idrak ile çıkmıştır
yola. Hayat acımasızlıklarla dolu bir yoldur. Lâkin nasıl yapılsın ki iyilik
hakim olsun düşüncesi vardır daima içinde.
Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım!
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr.
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım;
Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar...
O ceviz dalları, o asma, o dut,
Gül gül, mektup mektup büyüyen umut...
Yangından yangına arta kalmış tut.
Muhabbet sürermiş bu rüzgâr kadar.
*
Diriliş saatinin şairi...
Hızırla Kırk Saat geçirirken kimler yoktur ki hayatın tarih
olan şiirinde. Şiire giriş bir şehirden geçerken başlar ve hayatın devamında
sürer bu yolculuk. Zaten burada görülmüş ve yapılmış olan şeyler geçmişten
gelen hayatımızdır. İnsanlığın tarih sahnesindeki hayatıdır. Dünyada var
olmanın acı bir sonucudur. Ki zaten amaç acıyı yenmektir. Bu kadar acı daha
başka acıları çekmemek için çekilmiştir. Bu hayatın var olan izleğini açığa
vurmak için o kır kahvesinde masaya oturduğunda içi hayat hakkındaki
meşguliyetini tamamlamış gibidir. Bu bilgilere vakıftır çünkü. Geçmişi adeta
yazmıştır belleğine. Orada, o algı noktasında biriken ecza kendini dışarı
çıkarmaktadır artık. Karakoç buraya gelinceye kadar 1959 yılında Körfez ve 1962
yılında ise Şahdamar adlı şiir kitaplarını yayınlamış ikinci yeni şiir akımının
önemli ve kendine has bir şairi olarak bilinmektedir. İkinci yeninin diğer
şairlerinde olmayan geçmişi kurcalama azmi Sezai Karakoç’ta neredeyse doruk
noktasına gelmiştir. Hızırla Kırk Saat kitabı 1967 yılında yayınlanmıştır.
Ardından da Taha’nın Kitabı gelmektedir.
“Bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim
Beni yalnız yarasalar tanıdı
Az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı
Adım hırsıza da çıkacaktı
Her evde kutsal kitaplar asılıydı
Okuyan kimseyi göremedim
Okusa da anlayanı görmedim
Kanunlarını kâğıtlara yazmışlar
Benim anılarım gibi”
..............
Hızırla buluşma ve konuşmalar böylece başlamış olur.. Yola
çıkarken, daha yolun başındayken hayal kırıklığı veren bu gözlemden sonra daha
vahim ve daha sahici bir durum çıkar önüne:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kâğıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz
Bir kentten daha geçtim
Buğdayları yakıyorlardı
Yedikleri pirinçti
Birbirlerine açılan borular gibi üfürüyorlardı
Sonra birbirlerinden borular gibi çıkıyorlardı
Pirinçler gibi çoğalıyorlardı
Atlarını yalnız atlarını cana yakın buldum
Öpüp çıkıp gittim yelelerini
*
Hızırla Kırk Saat, Tahanın Kitabı, Gül Muştusu, Sezai
Karakoç şiirinde bir üçlü olarak görünürler. Temel fikrin meydanda görünmesi
veya fikrin kendini açığa vurması… Bu doğrudan doğruya şairin dünya görüşünün
de kendini saklamadan ortaya çıkmasıdır aynı zamanda. Varlık âlemini Tanrı
varlığı ile müşahede etme, sanatla hakikate varma bilgeliği de diyebiliriz bu
olguya. Yanıltmayan bir şey varsa Karakoç şiirinin kendini saklamamasıdır.
Başta da dediğim gibi Sezai Karakoç şiiri açık sözlü bir şiirdir. Kendini
kapatmaya tenezzül etmez. Açıkta durur hep. Şairin Hızırla Kırk Saat süren
yolculuğunda “Ey ulular sizin öğretmediğinizi / Ben zamandan öğrendim”
itirafıyla başlayan yolculuk bin bir badireden geçip gelinen insanlığın bir
varoluş yolculuğudur. “Derleniş toparlanış diriliş saati”nin habercisidir.
*
Büyük şair Sezai Karakoç diyor ki:
“Şairin ve şiirin ölümünü kutlayanlar, boşuna sevinmesin ve
gökyüzüne sevinç çığlıkları fırlatmasın. Şair ve şiir ölmemiştir ve kıyamete
kadar ölecek değildir.” (Edebiyat Yazıları I, Şiir ve Şair, sf: 108)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder