1968 yılında Beylerbeyine vardığımda sessiz sakin bir
mahallenin edepli terbiyeli yaşayanlarıyla yavaştan bir samimiyet içinde olmaya
başlamıştım. Bakkal amcamız, çarşı esnafı, konu komşu gülücükler dağıtarak
selamlaşıyor öyle bir havanın genç bedenime iyi geldiğinin kısa zamanda farkına
varıyordum.
Daha önce bir defa gelmiş ama işsizlik günlerimde matbaacı Yaşar
abinin beylerbeyine gel orada bir işyeri eleman arıyor dediğinde ise şöyle
ellimi sallamış kim gider Beylerbeyine abi demiştim. Ben Divanyolu’nun, Laleli’nin,
Süleymaniye’nin caddelerini sokaklarını arşınlamış anasız babasız biri olarak
oraları mesken edinmiştim kendime. Canı çıkasıca şiir beni bırakmıyor, dergi,
kitap her ne varsa oralarda bulunuyordu. Cağaloğlu vazgeçilmezdi matbuat
âleminde.
1976 yılında Çamlıca Caddesinde iş yerimi açtığımda daha bir
çaktırmadan şiire yoğunlaşıp, gece ikilere, üçlere kadar kitap okumalarla daha
bir iştiyakla dergilerle temas içinde bulunma gereksinimi içine girince işler
değişti tabi. İsimler, dostluklar, tanıdıklar birer birer görünür olmaya
başladılar. Bunlardan biri de Sukuti Memioğlu idi.
İsmini ilkin seksenli yıllarda çıkan edebiyat dergisi Aylık
Dergi ’de görmüştüm. Ne yazdığı nasıl yazdığı ilgilendirmemişti de ismi
üzerinde durmuştum. Bana çok ilginç gelen bir isimdi: Sukuti Memioğlu. Böylece
akıp geçti yıllar. Ben de onun yazdığı dergide başladım yazmaya. Gerçi beni
Aylık Dergi’ ye çeken sebeplerim başkaydı ama işte birlikte yazanlar olmuştuk
orada. Ben şiir o ise deneme türü şeyler yazıyordu. Bir hareket bir canlılık
almış başını gidiyordu. Sanki aylık derginin yazarları, şairleri edebiyat
dünyamızda daha başka bir kategoriyi temsil ediyordu. Dirençli, dirayetli
kalemler yer alıyordu dergide. Bir fark vardı ve bu fark da ayrı bir parıltı
çıkarıyordu ortaya...
Sonra bir gün Beylerbeyinde nasıl oldu birden karşıma
çıkıverdi Sukuti Memioğlu. Kendini tanıttığında zaten bana çarpıcı gelen
ismiyle müsemma bir suretle karşılaşmış oldum. Bana ilk anda Adanalı gibi
göründü. Değişik, sanki biraz kahverengine çalan esmer bir yüze sahipti.
Saçları uzun ve seyrek olarak kafasını şekillendiriyordu adeta. Böyle bir insan
ile hemhal olmuş oluyordum. Ve çok tuhaftır sıcak bir sima ile karşılaşmıştım.
Böylece uzun yıllar sürecek, bazen yazdıklarıyla beni kızdıracak ama o hiç oralı
olmayacak bir kategori dışı insanla tanışmış oldum seksenli yılların havasında.
Sonra Büyük Çamlıca’ya yakın olan Kirazlıtepe mahallesine
taşınacak ve biz daha çok görüşmüş olacaktık. Onu ikinci görüşüm Üsküdar
vapurunda olmuştu. İkimizde Eminönü’nde binmiştik. O ara bir şeyler
pazarlıyordu. Yedek parça üzerine miydi, yoksa çantasında Adana yöresinden
getirdiği bir yiyecek çeşidi miydi, öyle bir şey gibiydi. Sohbet etmiştik ama
nedense çantasında taşıdığı nesne veya her neyse aklımda yer etmemiş beni daha
çok gene Sukuti Memioğlu olarak İstanbullara rüzgârlanıp savrulacağı imgesi
alakadar etmişti. Herkesin bir hikâyesi var. Benim hikâyem başkaydı. Benim İstanbul’um
bana has bir maceraydı.
O dönemin okumuş yazmış ve düşünen insanlarını zorluklar da
bekliyordu tabii.
Yazdıklarından doğru dürüst telif bile alamıyorlar ve maddi
sıkıntılar içinde sürdürüyorlardı aileleriyle birlikte hayatlarını. Sukuti’de
onlardan biriydi. Epeyce direnmişti. Eski külüstür bir otomobil ile yedek parça
mı pazarlıyordu. Başka şeyler mi düşünüyordu. Bir türlü istikrar elde
edilemiyor zorluklar peş peşe hayatın içinde yerini alıyordu. Tuttu bir kaç
idealist arkadaşı gibi o kadar direndiği memuriyete girdi ve öğretmen oldu.
Kandilli Kız Lisesinde öğretmen idi artık. Mantık dersi falan veriyordu. Tabii
geliş gidişleri de benim mekâna uğramasını kolay kılıyordu.
Öğretmenlik ve yazarlık... İki önemli sebepten mustarip bir
insanın hayatını düşünün. Selam gazetesinde yazdı uzun süre. Hatta benimle çok
anlamlı ve düzgün bir söyleşi yaptı. Gazeteci arkadaşı Metin Yüksel’i teşvik
edip benimle Hürriyet gazetesi için önemli bir söyleşiye sebep oldu. Yazıları
gerçekten derinlik ihtiva eden mantıki ağırlığı fazla metinlerdi. “Yani hocam
mantıksal olarak burada ne demek istiyorsun” gibi takılmalarıma hiç kızmadığını
da itiraf etmeliyim. O kadar yazıya rağmen yazılarının kitaplaşmasına çok
kayıtsız kalıyordu.
Anka yayınları kurucuları Erhan ve Ersan Güngör ile de iyi
arkadaştılar. Özellikle Ersan Beyle konuşmalarımızda Sukuti’nin Selam
gazetesinde yazdıklarını düzenleyip yayınlama konusundaki ısrarları karşısında
inanılmaz bir davranış içinde edilgen bir tavır takınıyordu. Hâlbuki biz birçok
yazar arkadaş kim bilir kaç yayınevine dosyalarımızı veriyor aylarca onlardan
gelecek olumlu veya olumsuz cevabı bekliyorduk… O ise umursamaz bir hal içinde
ağırdan alıyor ve boyna erteliyordu...
*
Şimdi daha iyi anlıyorum ki Sukuti Memioğlu içimizde yaşayan
ve farklı düşünen, yazan bir insandı. Ben onu daima Adanalı olarak tahayyül
etmiştim. Hâlbuki Balıkesir’in Havran
İlçesine bağlı bir köyündenmiş. Hasan Aycın’ın, Mehmet Ocaktan’ın, Cemal
Şakar’ın, Mustafa Aycın’ın, Mustafa Baydemir’in hemşerisiymiş. Birkaç yıldır
İstanbul Kandilli Kız Lisesini bırakıp Balıkesir’in Akçay’ın da öğretmenlik
yapıyormuş. Sonra amansız bir illete duçar olmuş. Telefonda konuşurken tıkanır
gibi olmuş, konuşamamış ve hastayım, demişti. Hayatımız böyledir. Bir başlangıç
tarihi bir de bu hayal dünyayı terk ediş tarihine sahip olur insan. Sukuti
Memioğlu da 1955 tarihinde doğmuş 28 Mayıs 2007 tarihinde Balıkesir'in Akçay
Beldesinde vefat etmiş bir dost. Garip bir ölümün Yunus Emre deyişi gibidir
ölümü.
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin.
*
Nurettin Durman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder