Âdem Özbay cesaret ya Allah demiş olmalı ki:
Gidiyorum abi dedi ve gitti. Gitmeden de bana ve Jan devrime bir iyilik edip benim bir şiir kitabımı Jan’ın ise hikâye kitabını tertipleyip gün yüzüne çıkarıp ve de üstelik bir miktarını bir güzelce paketleyip Beylerbeyine geldi. Bizi bu harikulade inceliği ile bir defa daha sevindirmiş oldu.
Gidiyorum abi dedi. Çay içtik, yemek yedik. Bir ara da Mustafa Özçelik Bey uğramıştı öyle bir tevafuk oldu bu defa çayları beraber içtik. Kitabımın adı ‘Gidelim mi dostum’ idi. Jan Devrim ise ‘Sakin bir gün için’ demişti kitabının ismine. Gidiyorum abi demeden önce Akis Kitapları kurmuş beraber Lamure dergisini çıkarmışız. Lamure ayrı bir keyif ve ayrı bir meşgale idi haliyle. Ondan olsa gere ömrü uzun olmadı. Kitaplar yayınladı. Başka dergiler çıkardı. Romanlar yazdı. Şiirler, denemeler, hikâyeler yazdı yayımladı ve gidiyorum abi dedi sonunda.
Dünyanın öbür
uçlarında New Yorkta falan dil öğreniyormuş bu günlerde. Gecenin bir vaktinde
açtım telefonu özledim dedi abi yakında… evet yakında inşallah, Beylerbeyi mi
olur Üsküdar mı? Yoksa Sultanahmet’in oralarda mı olur bir çay içeriz inşallah…
Bu çocuk bu kadar uysal olamazdı…
Âdem
Özbay’ın Şiiri: Tuzu Eksik Ölü
Sessiz sakin bir gençti
tanıştığımızda Âdem Özbay. Endülüs dergisini çıkarıyordu. Yirmiye varmamıştı
yaşı. Şair Hüseyin Akın ile aynı semtte oturuyorlardı. Semtlerinde bir edebiyat
dergisinin çıktığını ben haber vermiştim Hüseyin Akın’a. Birlikte Düşçınarı
dergisini çıkarıyorduk. 1997 yılıydı. O yakada İbrahim Tenekeci, Yılmaz Cüre,
Ahmet Atalay ve daha başka gençlerle adeta yeni bir koloni kurdular. Bizim
yakadan da hikâyeci Jan Devrim vardı aralarında. Endülüs dergisi gençlerin
dergisiydi.
Böylece bu cevval ve genç
edebiyatçı kuşak; şiirler, hikâyeler, çizgiler, dergi, gazete ve kitaplarla
arzı endam etmeye başladılar İstanbul’un Sanayi Mahallesi denilen hareketli ve
kalabalık semtinden. Bunlara entelektüel denilir mi bilemiyorum! Eleştirmen
Ömer Lekesiz’e sorarsanız bu tür dışarlıklı oluşumlara entelijansiya deniliyor.
Taşradan, şuradan-buradan gelip merkezde konuşlanıyorlar ve edebiyatta söz
sahibi oluyorlar.
Hüseyin Akın’la Beylerbeyi’ne
beni görmeye geldiklerinde uzun saçları, sempatik yüzüyle, sessiz sakin haliyle
içinde kopan, kopmakta olan fırtınaları bastırıyor gibi bir izlenim bırakmıştı
bende. Ta baştan beri, o tanıştığımız ilk günden beri onun öyle uysal, pısırık
bir haleti ruhiyeyi içinde mümkünü yok barındıramayacağı şüphelerim hep oldu.
Bu çocuk bu kadar uysal olamazdı.
Daha bu yaşta Endülüs gibi böyle bir dergi ile uğraşıyor olması, değişik bir
hal olmalıydı. Sonra dergideki dizgi yanlışları hep vardı ve olacaktı ve önemli
olmayabilirdi. Bu da bir hızı, kaynayan bir volkanın ani patlayışını
anımsatıyordu bende. Bir de o Sanayi Mahallesi denilen mıntıkada daha başka bir
şeyler vardı herhalde! Kabına sığmayan insanların buluştuğu bir yer miydi
yoksa? Böyle bir özelliği de olabilir miydi o semtin?
Daha önce de Hüseyin Akın ve
arkadaşları Özülke dergisini çıkarmışlardı Sanayi Mahallesinde. Yoksa bu işler
artık böyle kıyıda bucakta mı oluşacaktı. Varoştan merkeze bir huruç hareketi
miydi yoksa?
Bunca serazat bir yürek…
Bütün bunları yazmanın, bütün
bunları hatırlamanın sebebi elbette hikâyeci, şair Âdem Özbay oluyor elbet.
1976 Zonguldak-Çaycuma doğumlu genç bir edebiyatçı Âdem Özbay. Bir sergüzeşt.
Birçok şeyin yapımcısı... Radyo, dergi, kitap... Bu genç yaşına musallat olan
bunca ürün… Bunca serezat bir yürek. Coşkulu, lakin disiplinsiz bir kalemşor…
Bir o kadar asi ve uçuk. Sempatik ve girişken... Bir şeyi sonuna kadar
götürmeye tahammülü olacak mı bilemiyorum? Dedim ya, ta başından beri
sessizliğinden emin olamadığım bu zeki insanın bu güne kadar olan çalışmaları.
Şiirler, hikâyeler, denemeler. Bu günlerde üzerinde yoğunlaştığı sevgililer
sevgilisi Peygamberimiz için yazılan Naat’lardan oluşacak güzel bir seçki
çalışması. Bir antoloji. Bir hayli iş, bir hayli yürek… Sonra geçen yazdan beri
söyleyip durduğu şey... Son şiiri! Şiiri bırakmak! Ama nasıl? İnansam mı acaba?
Şiiri bırakmak kolay mı be âdem?
Tuzu Eksik Ölü
Üç
günlük cesedin dudaklarını yalayıp
Kumsala
bırakıyor köpüklerini
Kumdan
askerlerini denize süren
Mağrur
kumandan çocuğa sorarsanız
Kardeşini
öldüren
Mahallenin
kuduz köpeği ısırmış denizi.
İç
geçirir çocuk, seslenir göğe:
Tanrım
fazla kaçmış denizin tuzu
Ethem’in
balıklarına vurgun veren
Üç
beş ırmak içirsen
Kumdan
kılıçlarıyla askerlerim
Fethedecek
ufuktaki o sisli pusuyu.
Derin
bir yara açarken gemiler göğsünde
Gökyüzünde
terör estiren kuşlara
Bulutlara
beyaz bayrak kaldırıyor deniz
Siper
kazıyor durmadan dalgalarla
Ölümüne
vuruşuyor kumsalla.
Sevgilim
kumsalda kaledir evimiz
Kudurarak
öperiz her sabah güneşi
Sen
yemek pişirirsin tuzu eksik
Ben
ölürüm kefenim köpük.
Adem Özbay
Adem Özbay
*
Nurettin Durman
Uzun zaman önce yazıldı
Uzun zaman önce yazıldı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder