6 Mayıs 2013 Pazartesi

SEYRİ SEFER HALİNDE






Eve hanımın kadın misafirleri, sohbet arkadaşları gelecekleri için evden dokuz otuz civarında çıkıyorum. Haftanın iki günü Salı ve Cuma olmak üzere ders yapıyor sohbet ediyorlar kendi aralarında. Bu sabah hava oldukça güzel görünüyor. Dünden bir niyetim var. Bu sebeple şöyle Beykoz’a kadar bir gideyim, oradan da Beykoz – Kadıköy otobüsü ile Kadıköy’e gidip şiirimin çıktığı Mühür dergisini alayım, öylece döneyim eve. O zamana kadar misafirler gitmiş olurlar.

Böyle bir dünden kurgulama ile çıktım yola. Durağa doğru yürüdüm. Otobüs bekliyorum. Biri kalabalıktı, birini beğenmedim. Yeni, giriş kapıları düşük seviyeli otobüsler daha rahat oluyor.
Baktım olmuyor, zaten sık da geçmiyor Beykoz otobüsleri, ancak yarım saatte bir geçiyorlar. Çengelköy’e doğru yola koyuldum hem biraz yürüyüş olsun bari diyerek yol almaya başladım. Havuzbaşı durağında dinlenmek bahanesiyle oturdum, yanıma ben yaşlarda bir zatı muhterem oturdu. Selamlaştık. Karşıda Etiler tarafına düşen yani o taraflarda görünen hatta daha sol cenahta gökyüzüne doğru uzanan, gökyüzünü delecekmiş gibi dikine giden gökdelenleri işaret ederek “şehrin güzelliğini bozuyorlar” dedi. “Evet, öyle maalesef, dedim. Ne lüzumu var yani, böyle gökdelenler yapacaksanız uzak bölgelere yapın” dedim ben de. Sessizde hüzünlendik ikimizde. Otobüsü geldi iyi günler dileyip gitti.

Beykoz’da Yalıköy durağında otobüsten indim. Durağın biraz ilerisindeki Kültür Merkezinde yıllar önce şiir okumuştuk. Nevzat Yüksel vardı, Vahap Akbaş vardı, Recep Garip, Sezai Karakoç’un o mükemmel MASAL adlı şiirini okumuştu. Arif Damar vardı. Ahmet Mithat’ı ve Orhan Veli’nin “Bir Fakir Orhan Veliyim” şiirini anlatmıştı eski bir Beykozlu.
İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veliyim,
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Rumeli Hisarı’na oturmuşum;
Oturmuşta bir türkü tutturmuşum:”

Şiir yayınlanıp Orhan Veli’nin babası şiiri okuduğunda “oğlum niye böyle şeyler söylüyorsun. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok, halimiz vaktimiz iyi” diyor. Böyle bir geçmişi de anlatmıştı o eskiyi, Beykoz’u iyi bilen zat. Epey yaşlı bir zat idi. Adı aklımda kalmamış. İnsan not almayınca böyle oluyor işte. Bir defasında da Hüseyin Akın ile yalının karşısındaki çay bahçesinde buluşmuştuk. Bizi oraya dostumuz Mustafa Yıldırım davet etmişti. İkram eşliğinde güzel bir sohbet etmiştik o gün.

Saat 11: 10 geçe itibariyle Beykoz’da Ahmet Mithat Efendinin yalısının önünden İstanbul’a doğru yönümü dönmüş etrafı seyrediyorum. Yani Beylerbeyinden buraya geldiğim yöne bakıyorum. Boğazın karşı tarafı seyredilmeye değer doğrusu. Demek ki Boğazın bu iki yakası harikalar içersindeymişler göremiyormuşuz meğer. Gökyüzünde bulutlar. Kıyıya çekilmiş kayıklar. İki kuru yük gemisi Karadeniz’e doğru yol alıyorlar. Deniz adeta kıpır kıpır… Tatlı, insanı rahatsız etmeyen bir rüzgâr esiyor. Dalgalar kıyıya vurdukça içeri ve dışarı doğru insanın hoşuna giden insanı rahatlatan sesler çıkarıyor. Fatih Sultan Mehmet köprüsü görünüyor haliyle. Birkaç sivriltilmiş, sevimsiz çok katlı bina görünüyor. Şiirsel değil yani manzarayı bozuyorlar adeta.



Ahmet Mithat Efendinin hayatının son yirmi yılını geçirdiği eve bakıyorum. Temaşa ediyorum. Konumu, denize bakışı, manzarası fevkalade iyi bu yalının. Demek ki o 1890’lı yılların cazibesi de böyle imiş meğer. Buradan Cağaloğluna, yani Bab-ı Ali’ye gidip gazete çıkarıyor. Tercüman-ı Hakikat gazetesinin kurucusu Ahmet Mithat Efendi. 1844 – 1912. Gazetesini ise 1878 yılında kuruyor. Bir hayli velut bir yazar. Bir hayli eseri var edebiyat âleminde. Muallim Naci damadı oluyor Ahmet Mithat Efendinin. Orhan Veli de Beykozlu.

Kıyıdan, yalıyı temaşa etmekten ayrılıp Ahmet Mithat Caddesinden geriye doğru yürüyorum. Soldaki yokuş yukarı caddeye bakıyorum. Buraya daha öncede gelmiştim. Köşede sağdaki binanın ikinci katında İnternet Cafe hâlâ duruyor yerinde. Yıllar önce Mustafa Yıldırım arkadaşımız çalıştırıyordu burayı. Onu da anarak yukarı doğru bakıyorum. Eski ile yeni karşı karşıya gelmişler İshak Ağa Caddesinde. Eskinin ahşap mimari tarzı daha güzel. Daha albenili. Daha sanatkârane. Bir seyir ve bir kıyastan sonra yürümeye devam ediyorum. Tarihi güzel bir binanın altında tarihi Yalı Köy fırını işine devam ediyor. 1894 Hacı Ali Bey. Binanın dış yüzü yıpranmış, bildiğimiz o eski tarzın ayakta kalışını simgeliyor adeta.

Yürüdükçe biraz daha açılıyorum. Doktora göre de yürümem lazımmış. Neyse hava güzel, Beykoz’a doğru yürümeye sağ taraftan devam. Hâlâ terziler var. Bu iyi. Küçük de olsa ahşap bir binanın altındaki salaş bir dükkân da olsa bu vaziyet iyi. Yalı Köy otobüs durağının arkasındaki etrafı çevrilmiş araziye çeşitli boyda mezar taşlarını sergilemişler. Adeta bir açık hava müzesi olmuş. Mezar taşları müzesi diyorum buraya. Bu fikir iyi aslında. Millet ecdadını unutmasın herhalde diye düşünüyorum bir an. Aklına geliyor işte insanın. Kimseye de sormuyorum. Bakıyorum öylece. Sonra da yok ya diyorum içimden, belki de nostalji olsun bu çağın bu zamanın insanına diyedir. Bilmem yanılıyor muyum diye de geçiriyorum içimden.

Beykoz merkezde, meydanda dalları yanlara uzanmış çam ağacının altında oturuyorum. Beykoz güzel bir yer velhasıl. Ben seviyorum. Sayıyorum dört tane dalını etrafa yaymış bu güzel çam ağacı. Denize bakan dalı epeyce yakın duruyor yere. Yüksekliği boyumu aşmıyor olmalı ki ön taraftaki oturulacak bankları ağacın gövdesinden üç metre kadar ileriye koymuşlar. Öyle bir güzellik duruyor meydanın oralarda denize nazır seyrediyor gibi âlemi.

Bir de on çeşmelere bakmalı vaziyet nedir diye.
On çeşmelerin önündeki yaşlı çınar ağacı duruyor. Çınar ağaçlarını nedense daha çok seviyorum. Maşallah çeşmenin oluklarından sular şarıl şarıl akıyor. Bir yüzümü yıkamalı ilk önce ve bir su içip yola çıkmalı. Beykoz’un paçası meşhurdur. Biraz tedbir alıyorum geçirdiğim kalp krizinden sonra. Bir defasında evin hanımıyla buraya geldiğimizde yemiştim. Eşim de beni korkutmuştu tabii o yememişti ama ben ha bire kaşıklıyorum suyunu etini yiyorum. Bir ara olur ya beni rahatsız eder diye neredeyse bir tabağa yakın paçayla birlikte getirdikleri doğranmış soğanı yiyorum. Korku bu başka şeye benzemiyor. Hâlâ zaman zaman evde o günün latifesini yaparız evin hanımıyla. Nasip olursa başka zaman geldiğimde lezzetine bakmalı bir defa daha diye içimden geçiriyorum. Saate bakıyorum 11: 53 olmuş…



Çeşmenin suyu içilmiyormuş. Zaten üç yıl kadar önce suyun geliş yönünde bir kuyu vurmuşlar ve çeşmenin suyu kaçmış. Su gelmiyormuş artık. Yan tarafta ayakta duran birine sordum “bu su içilmez” dedi. Karşıdaki camiyi kastederek “sen caminin oradaki sudan iç’ dedi ve ekledi. “Üç yıl önce bir kuyu açtılar çeşmenin suyu gitti. Şimdi bostan suluyorlar o suyla. Geçen gün yağmur yağdıktan sonra çeşmeler akmaya başladı, bu suyun nerden geldiği belli değil. Ne olacak mezhepsizler” dedi. Öfkeliydi, kızgındı. Adamın yüzüne baktım, “hiç iyi etmemişler” dedim. Bir şişe su mu alayım, camiinin orada mı içeyim, bir de alınacak ilacım var, hap, onu yutmam lazım. Camiye yöneldim ezan okunmaya başladı, baktım caminin girişinde bir çeşme kondurmuşlar. Hapımı aldım avucumla su alarak içtim. Avuçla su içmek de güzel oluyormuş. Çocukluğumu falan hatırladım böylece. Hacı Ali Bey memba suyu – 3 yazıyor musluğun üst tarafında. Allah razı olsun iyi bir hayrat olmuş. Camiye girince gördüm ki kalabalık bir cemaati var. İmam vaaz ediyor. Ezan bitti, namaz eda edildi. Serbostani Mustafa Ağa Camii. Eski tarih: 1224 yani 1810 yılına denk düşüyor. Birileri kalemle bu tarihi de bir araya kondurmuş. 2006 yılında ise yıkılıp yenilenmiş camii. Hatırlıyorum öyle bir olayı. İzinsiz falan yıkmışlardı hatırladığım kadarıyla bu tarihi camiiyi. Ben böyle not alırken cemaatten biri yanıma yaklaştı izahlarda bulundu bana. Güya yabancıyım ya doğru bilgi edineyim diye. Böylece saati de 12: 25’lere getirmiş oluyorum…

Saatin bu halini görünce oğlum Yasin ile Üsküdar’da buluşup yemek yiyecektik. Aklıma geldi. Söz vermiştim. O da izinli bu gün o da evden erken çıktı. Biraz sıkışık bir belediye otobüsü ile Kadıköy’e gitmek bir hayli zamanımı aldı. Mefisto kitapevinden Mühür dergisi ile iki Sait Faik hikâye kitabı alıp Üsküdar’a giden otobüse bindim. Zaman geçiyor, trafik yoğun, yollar sarpa sarıyor, yol uzuyor boyna. Yeni yollardan dolaşarak gidiyor arabalar. Meğer yol çalışmaları var.  Üsküdar’a varınca oğlumu arayacağım nerdesin haydi yemek yiyelim diye ama Ahmediye’nin oralarda telefon çalıyor eve dönme zamanı gelmiş imiş. Misafirler sefer eylemişler. Yasin’i arıyorum o da eve gidiyormuş. İkindi ezanı okunuyor. Eve varıyorum ki ne kadar acıkmışım meğer.
  

Nurettin Durman  
BEYKOZ
6 Kasım 2012, Salı 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder