Eve
hanımın kadın misafirleri, sohbet arkadaşları gelecekleri için evden dokuz otuz
civarında çıkıyorum. Haftanın iki günü Salı ve Cuma olmak üzere ders yapıyor
sohbet ediyorlar kendi aralarında. Bu sabah hava oldukça güzel görünüyor.
Dünden bir niyetim var. Bu sebeple şöyle Beykoz’a kadar bir gideyim, oradan da
Beykoz – Kadıköy otobüsü ile Kadıköy’e gidip şiirimin çıktığı Mühür dergisini
alayım, öylece döneyim eve. O zamana kadar misafirler gitmiş olurlar.
Böyle
bir dünden kurgulama ile çıktım yola. Durağa doğru yürüdüm. Otobüs bekliyorum.
Biri kalabalıktı, birini beğenmedim. Yeni, giriş kapıları düşük seviyeli
otobüsler daha rahat oluyor.
Baktım
olmuyor, zaten sık da geçmiyor Beykoz otobüsleri, ancak yarım saatte bir
geçiyorlar. Çengelköy’e doğru yola koyuldum hem biraz yürüyüş olsun bari
diyerek yol almaya başladım. Havuzbaşı durağında dinlenmek bahanesiyle oturdum,
yanıma ben yaşlarda bir zatı muhterem oturdu. Selamlaştık. Karşıda Etiler
tarafına düşen yani o taraflarda görünen hatta daha sol cenahta gökyüzüne doğru
uzanan, gökyüzünü delecekmiş gibi dikine giden gökdelenleri işaret ederek
“şehrin güzelliğini bozuyorlar” dedi. “Evet, öyle maalesef, dedim. Ne lüzumu
var yani, böyle gökdelenler yapacaksanız uzak bölgelere yapın” dedim ben de.
Sessizde hüzünlendik ikimizde. Otobüsü geldi iyi günler dileyip gitti.
Beykoz’da
Yalıköy durağında otobüsten indim. Durağın biraz ilerisindeki Kültür Merkezinde
yıllar önce şiir okumuştuk. Nevzat Yüksel vardı, Vahap Akbaş vardı, Recep
Garip, Sezai Karakoç’un o mükemmel MASAL adlı şiirini okumuştu. Arif Damar
vardı. Ahmet Mithat’ı ve Orhan Veli’nin “Bir Fakir Orhan Veliyim” şiirini
anlatmıştı eski bir Beykozlu.
“İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veliyim,
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Rumeli Hisarı’na oturmuşum;
Oturmuşta bir türkü tutturmuşum:”
Bir fakir Orhan Veliyim,
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.
Rumeli Hisarı’na oturmuşum;
Oturmuşta bir türkü tutturmuşum:”
Şiir yayınlanıp Orhan Veli’nin babası şiiri okuduğunda “oğlum
niye böyle şeyler söylüyorsun. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok, halimiz vaktimiz
iyi” diyor. Böyle bir geçmişi de anlatmıştı o eskiyi, Beykoz’u iyi bilen zat.
Epey yaşlı bir zat idi. Adı aklımda kalmamış. İnsan not almayınca böyle oluyor
işte.
Bir defasında da Hüseyin Akın ile yalının karşısındaki çay bahçesinde
buluşmuştuk. Bizi oraya dostumuz Mustafa Yıldırım davet etmişti. İkram
eşliğinde güzel bir sohbet etmiştik o gün.
Saat
11: 10 geçe itibariyle Beykoz’da Ahmet Mithat Efendinin yalısının önünden
İstanbul’a doğru yönümü dönmüş etrafı seyrediyorum. Yani Beylerbeyinden buraya
geldiğim yöne bakıyorum. Boğazın karşı tarafı seyredilmeye değer doğrusu. Demek
ki Boğazın bu iki yakası harikalar içersindeymişler göremiyormuşuz meğer.
Gökyüzünde bulutlar. Kıyıya çekilmiş kayıklar. İki kuru yük gemisi Karadeniz’e
doğru yol alıyorlar. Deniz adeta kıpır kıpır… Tatlı, insanı rahatsız etmeyen
bir rüzgâr esiyor. Dalgalar kıyıya vurdukça içeri ve dışarı doğru insanın
hoşuna giden insanı rahatlatan sesler çıkarıyor. Fatih Sultan Mehmet köprüsü
görünüyor haliyle. Birkaç sivriltilmiş, sevimsiz çok katlı bina görünüyor.
Şiirsel değil yani manzarayı bozuyorlar adeta.
Ahmet
Mithat Efendinin hayatının son yirmi yılını geçirdiği eve bakıyorum. Temaşa
ediyorum. Konumu, denize bakışı, manzarası fevkalade iyi bu yalının. Demek ki o
1890’lı yılların cazibesi de böyle imiş meğer. Buradan Cağaloğluna, yani Bab-ı
Ali’ye gidip gazete çıkarıyor. Tercüman-ı Hakikat gazetesinin kurucusu Ahmet
Mithat Efendi. 1844 – 1912. Gazetesini ise 1878 yılında kuruyor. Bir hayli
velut bir yazar. Bir hayli eseri var edebiyat âleminde. Muallim Naci damadı
oluyor Ahmet Mithat Efendinin. Orhan Veli de Beykozlu.
Kıyıdan,
yalıyı temaşa etmekten ayrılıp Ahmet Mithat Caddesinden geriye doğru yürüyorum.
Soldaki yokuş yukarı caddeye bakıyorum. Buraya daha öncede gelmiştim. Köşede
sağdaki binanın ikinci katında İnternet Cafe hâlâ duruyor yerinde. Yıllar önce
Mustafa Yıldırım arkadaşımız çalıştırıyordu burayı. Onu da anarak yukarı doğru
bakıyorum. Eski ile yeni karşı karşıya gelmişler İshak Ağa Caddesinde. Eskinin
ahşap mimari tarzı daha güzel. Daha albenili. Daha sanatkârane. Bir seyir ve
bir kıyastan sonra yürümeye devam ediyorum. Tarihi güzel bir binanın altında
tarihi Yalı Köy fırını işine devam ediyor. 1894 Hacı Ali Bey. Binanın dış yüzü
yıpranmış, bildiğimiz o eski tarzın ayakta kalışını simgeliyor adeta.
Yürüdükçe
biraz daha açılıyorum. Doktora göre de yürümem lazımmış. Neyse hava güzel,
Beykoz’a doğru yürümeye sağ taraftan devam. Hâlâ terziler var. Bu iyi. Küçük de
olsa ahşap bir binanın altındaki salaş bir dükkân da olsa bu vaziyet iyi. Yalı
Köy otobüs durağının arkasındaki etrafı çevrilmiş araziye çeşitli boyda mezar
taşlarını sergilemişler. Adeta bir açık hava müzesi olmuş. Mezar taşları müzesi
diyorum buraya. Bu fikir iyi aslında. Millet ecdadını unutmasın herhalde diye
düşünüyorum bir an. Aklına geliyor işte insanın. Kimseye de sormuyorum.
Bakıyorum öylece. Sonra da yok ya diyorum içimden, belki de nostalji olsun bu
çağın bu zamanın insanına diyedir. Bilmem yanılıyor muyum diye de geçiriyorum içimden.
Beykoz
merkezde, meydanda dalları yanlara uzanmış çam ağacının altında oturuyorum.
Beykoz güzel bir yer velhasıl. Ben seviyorum. Sayıyorum dört tane dalını etrafa
yaymış bu güzel çam ağacı. Denize bakan dalı epeyce yakın duruyor yere.
Yüksekliği boyumu aşmıyor olmalı ki ön taraftaki oturulacak bankları ağacın
gövdesinden üç metre kadar ileriye koymuşlar. Öyle bir güzellik duruyor
meydanın oralarda denize nazır seyrediyor gibi âlemi.
Bir
de on çeşmelere bakmalı vaziyet nedir diye.
On
çeşmelerin önündeki yaşlı çınar ağacı duruyor. Çınar ağaçlarını nedense daha
çok seviyorum. Maşallah çeşmenin oluklarından sular şarıl şarıl akıyor. Bir
yüzümü yıkamalı ilk önce ve bir su içip yola çıkmalı. Beykoz’un paçası
meşhurdur. Biraz tedbir alıyorum geçirdiğim kalp krizinden sonra. Bir defasında
evin hanımıyla buraya geldiğimizde yemiştim. Eşim de beni korkutmuştu tabii o
yememişti ama ben ha bire kaşıklıyorum suyunu etini yiyorum. Bir ara olur ya
beni rahatsız eder diye neredeyse bir tabağa yakın paçayla birlikte
getirdikleri doğranmış soğanı yiyorum. Korku bu başka şeye benzemiyor. Hâlâ
zaman zaman evde o günün latifesini yaparız evin hanımıyla. Nasip olursa başka
zaman geldiğimde lezzetine bakmalı bir defa daha diye içimden geçiriyorum.
Saate bakıyorum 11: 53 olmuş…
Çeşmenin
suyu içilmiyormuş. Zaten üç yıl kadar önce suyun geliş yönünde bir kuyu
vurmuşlar ve çeşmenin suyu kaçmış. Su gelmiyormuş artık. Yan tarafta ayakta
duran birine sordum “bu su içilmez” dedi. Karşıdaki camiyi kastederek “sen caminin
oradaki sudan iç’ dedi ve ekledi. “Üç yıl önce bir kuyu açtılar çeşmenin suyu
gitti. Şimdi bostan suluyorlar o suyla. Geçen gün yağmur yağdıktan sonra
çeşmeler akmaya başladı, bu suyun nerden geldiği belli değil. Ne olacak
mezhepsizler” dedi. Öfkeliydi, kızgındı. Adamın yüzüne baktım, “hiç iyi
etmemişler” dedim. Bir şişe su mu alayım, camiinin orada mı içeyim, bir de
alınacak ilacım var, hap, onu yutmam lazım. Camiye yöneldim ezan okunmaya başladı,
baktım caminin girişinde bir çeşme kondurmuşlar. Hapımı aldım avucumla su
alarak içtim. Avuçla su içmek de güzel oluyormuş. Çocukluğumu falan hatırladım
böylece. Hacı Ali Bey memba suyu – 3 yazıyor musluğun üst tarafında. Allah razı
olsun iyi bir hayrat olmuş. Camiye girince gördüm ki kalabalık bir cemaati var.
İmam vaaz ediyor. Ezan bitti, namaz eda edildi. Serbostani Mustafa Ağa Camii.
Eski tarih: 1224 yani 1810 yılına denk düşüyor. Birileri kalemle bu tarihi de
bir araya kondurmuş. 2006 yılında ise yıkılıp yenilenmiş camii. Hatırlıyorum
öyle bir olayı. İzinsiz falan yıkmışlardı hatırladığım kadarıyla bu tarihi
camiiyi. Ben böyle not alırken cemaatten biri yanıma yaklaştı izahlarda bulundu
bana. Güya yabancıyım ya doğru bilgi edineyim diye. Böylece saati de 12:
25’lere getirmiş oluyorum…
Saatin
bu halini görünce oğlum Yasin ile Üsküdar’da buluşup yemek yiyecektik. Aklıma
geldi. Söz vermiştim. O da izinli bu gün o da evden erken çıktı. Biraz sıkışık
bir belediye otobüsü ile Kadıköy’e gitmek bir hayli zamanımı aldı. Mefisto
kitapevinden Mühür dergisi ile iki Sait Faik hikâye kitabı alıp Üsküdar’a giden
otobüse bindim. Zaman geçiyor, trafik yoğun, yollar sarpa sarıyor, yol uzuyor
boyna. Yeni yollardan dolaşarak gidiyor arabalar. Meğer yol çalışmaları
var. Üsküdar’a varınca oğlumu arayacağım
nerdesin haydi yemek yiyelim diye ama Ahmediye’nin oralarda telefon çalıyor eve
dönme zamanı gelmiş imiş. Misafirler sefer eylemişler. Yasin’i arıyorum o da
eve gidiyormuş. İkindi ezanı okunuyor. Eve varıyorum ki ne kadar acıkmışım
meğer.
Nurettin Durman
BEYKOZ
6 Kasım 2012, Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder