12 Ocak 2014 Pazar

Müştehir Karakaya ile...


Sevgili Müştehir Karakaya geçmiş günleri analım biraz. Hani şu artık tarih olan Kardelen dergisinden söz edelim. Nasıl bir heyecandı öyle. Dergi çıkarma niyetinizi, sonrasını. Kimler vardı. Siz kimdiniz? Cağaloğlu ne haldeydi?

- Evet, artık tarih olan ama iyi bir tarih olan geçmiş... Gençlik yılları... 1990 yılı... Sancılı bir yıldı. Sizlerin de malumu, seksenli yılları yeni bitirmişiz, dergiler, kadim dergiler, uzun yıllar çıkan dergiler kapanıyordu. Artık bu ağır yükü taşıyamıyordu, ben de neredeyse işsiz, güçsüz, parasız pulsuzdum. Zaten benim gibi yarım akıllılar böyle bir günde, böyle bir durumda dergiciliğe soyunur. 80 kuşağı olarak bugün anılan şairleri ve yazarları, edipleri, eleştirmenleri hızını alamadan, kendilerine bir tokmak ararken, işte tam da bu hengâmede, itilmişlerin bir bargâhı olsun istedik bu dergiyle... KARDELEN dedik adımıza. Bizi bugüne taşıyan şey, o günkü heyecanlar değil mi, sizce?
Delilik parayla mıydı yoksa. Değildi tabi... Bence bir nevi delilik tescili yapmak istedik. Mürsel Sönmez gibi coşkun ve lirik bir adamın yüreğinden kopup gelen ve benim gibi asi bir serüvencinin tam da yapacağı bir şeydi... İyi ki yapmışız. 1980 yıllarının başından beri içimizdeki közü, yaralı yüreklerimizi, dikiş tutmayan ve bir türlü deva görmeyen yaralarımızı kanatmaya karar vermiştik. Sonra siz geldiniz, onlar geldi, beriki geldi, öteki geldi... Kucaklaştık, kar gibi yüreğini yeni filize açmak için. Seksenli yılların şairleri ve yazarları, her yönleriyle yaralıydılar, merhem arıyorlardı. Biz bir kapı araladık, bu arktan bir su aksın istedik, bu çavlandan sular boşalsın, kar altından başlarını dik ve mağrur yükseltsinler istedik, çünkü bize kimse kapı olmak istememişti. Biz bunlardık işte. Anadoluyduk, bütün bir coğrafyaydık, sağımız-solumuz, kültürlümüz-kültürsüzümüz yoktu. Dayımız, amcamız yoktu, hep birdik bir olmaya karar vermiştik...  Ama açtık, gençtik, yaralıydık, şairdik ya da öyle sanıyorduk... Cağaloğlu kaynıyordu, yeni yetme gençler çıkmış, yaladıkları çanaklara tükürüyorlar diye yaygara kopardılar. İşte, o günkü gençlerin bugüne varmalarıyla, kendilerinin de var olacaklarını kestiremiyorlardı. Sanırım bugün anlaşılmış görünüyor. Söz uzarsa hem sizin başınız ağrır hem benim. Burada güzel bir tespite bulaşayım ki sözüm nihayete de ersin. Bu tespit Metin Celal'in. Demiş ki: “80 Şiiri'nin en önemli özelliği şairlerin estetik temelde bir araya gelmesi ve hemen hepsinin kendi şiirini yazmasıdır.” İşte pirim, budur bizim serüvenimiz...

İlk şiir kitabınız “oralarda bir yerde yüreğimi bırakıp gelmiştim” tamam da ne gereği vardı? Sizi buna mecbur bırakan ne idi? Kimden kaçıyordunuz kime varmaya uğraşıyordunuz?

- Ah, şimdi sorulur mu bu? Cağaloğlu'nun kapısını çaldığımda 18 yaşındaydım. Yıl 1980 idi. Hörgüçsüzdüm, palanım yoktu, eteğine yapışacak bir derviş arıyordum, her gittiğim kapıdan kovuldum, kimse sırrını ifşa etmek istemediğinden... Aynamı kendim parlatmaya karar verdim, ancak öncesinden düşe kalka vurulmalıydım. Şiir kitabımın adı da olan, “oralarda bir yerde yüreğimi bırakıp gelmiştim”, burada, bu Cağaloğlu’nun dipsiz girdaplarında tenimi de kaybetsem belki yüreğimi kurtarırım düşüncesiyle... Birinden kurtulmak ya da mecburiyet demeyelim. Ben Anadolu çocuğuydum, kışırsız, basit, hilesiz, yol yordam bilmez, saf, temiz bir coğrafyadan geliyordum, çocukluğumu hastalıklar sebebiyle yaşayamamış, nazlı büyümüş, el üstünde tutulmuş, hep bakım görmüş, büyütülmüş de küçültülmüş bir edayla... Yüreğimin ince zarları yırtılsaydı, canavara dönerdim. Ama umduğum gibi temiz kalamadım, gerçekten çeperlerim yırtılınca canavara döndüm. Ya da ben kendimi böyle adettim. Baktım zaman uymuyor uyuverdim zamana. Başkasını bitireceğime kendimi bitirmeye karar verdim. Bunun için bendeki olan güzel hasletleri, güzellikleri, ayrıcalıkları ellerimin tersiyle ittim. Kaf dağına öyle ha deyince çıkılmayacağını, nirvana yolunda kelle koltuk gidildiğini, açlık çekmeden tokluğun hazzı duyulmayacağını, güzelliğin çirkinlikle atbaşı gittiğini görmeden nasıl adam olacaktım. Kimsenin peşinde değildim, kendimin peşindeydim. Ben de zayıftım, bilgisizdim, acizdim, hastaydım, kimliksizdim, hırpalandım, gece uykusuz kaldım, susuz kaldım, ceketsiz-gömleksiz kaldım. Bu senin kaderin dedim, ismimin gereğini yapmak için müntehir olmam gerekiyordu, müntehiri müştehire çevirdim. Bütün yapmak istediğim buydu. Bunun için de yüreğimi oralarda bırakmam gerekiyordu. Sonra tekrar, geri döndüğümde bana lazım olur düşüncesiyle. İyi ki böyle yapmışım, geri döndüğümde, çok sevdiğim ve hiç ayrılmak istemediğim İstanbul'u gözyaşları içinde terk ettim, yüreğimi bırakıp geldiğim yere dönünce, bu defa aklımı metropolde bıraktım. Öyle; hadi gel, şiir ol, şiiri besle, şairliğin nişanelerini ara demekle olmuyor. Tanımsız olan “aşk” ve “şiir” de aklını ve yüreğini birleştiren insanlardan sadır olur, benim gibi yarı meczup, aklını bir köşeye, yüreğini bir köşeye atanlarda değil. Sonunda anladım ki, insan kendinden de kaçsa eninde sonunda yine kendisine varır. Varmayanlar yarına söyleyecekleri bir hikâyeleri de olmaz...

Dergiler, şiirler, hikâyeler, denemeler, romanlar. Ard arda sıralaması bile ilginçlik arz ediyor bu kadar işin yapılıyor olması. Bu son romanınızı merak ettim doğrusu. Konusu ve dolayısıyla, mekân araştırması ile yazılma süresini anlatır mısınız?

- Çok şey yaptım, yapmaya çalıştım. Yüreğimi ortaya koyduklarım oldu, aklımı kaçırdıklarım oldu, kendimden verdiklerim ve kendimden aldıklarım. Gazeteler çıkardım, dergiler çıkardım, yine uykusuz kaldım, yine aç kaldım ama kendi vatanımda fazla hırpalanmadım. Kardelen, Hazan, Seyir, Beyaz Gemi... Bunlar çıkardığım dergiler, bir de katkı sunduğum ve yardım ettiğim, başkalarının adına başlattığım dergiler... Her derginin hikâyesi ayr..ı. Her yılın öyküsü gibi. Her kitabın macerası, her şiirin sancısı, her romanın altyapısı gibi... Siz beni yakından tanıdığınız için son roman hakkında merakınızı celp etmiştir, var olun ve kadim yaşayınız, ama nedense beni çok tanıyan olmayınca roman da sessiz sessiz akıp gitmekte. Çok emek verdim romana. 4,5-5 yılda tamamlandı, topu topu beşyüz elli sayfalık bi şey. İki ciltte topladım. İlk üç kitap bölümünü bir ciltte, diğer devamı niteliğinde, sırlı kalmış, açıklığa kavuşmamış bir macerayı da başka bir kitap olarak tasarladım. İlki Tuşbanın İncisi SEMİRAMİS adıyla Aramis Yayınevi'nde basıldı, ikinci cildi de TUŞBA YOLUNDA adıyla çıkacak. Bu ikinci cildin gecikmesinin bir sebebi var, toplu şiirlerimi, yayınlanmış dokuz şiir kitabım Zaman Gergefinde Kitabeler adıyla yeniden basıldığı için ikinci roman geriye çekildi. İnşallah, bir mani olmazsa bu yılın sonuna yetişir. Bekleyeceğiz.
Bu romanı yazmaya 2002 yılında başladım ama öncesi de var. Van’a ilk yerleştiğim 1995 yılından bu yana böyle bir roman yazmayı hayal ediyordum ancak malzeme bulmada, kronolojik tarihi takip etmede zorluk çekiyordum. Önce Ord Prof Dr Şemsettin Günaltay’ın 5 ciltlik Elam ve Mezopotamya tarihini anlatan eserini okuyarak işe başladım. Urartular hakkında ne buldumsa okudum. Defalarca Tuşba Kalesini ve civarını araştırdım, kültleri, satelleri, kaya kitabelerini inceledim. Urartu medeniyet dilini okuyabilen dünyaca sayılabilen kişiler arasında gösterilen ve kırk yıldır Çavuştepe Urartu kalıntılarına bekçilik yapan Mehmet Kuşman’ı defalarca dinledim ve konuştum. Notlar tuttum, Kaleyi, Şamram Kanalını, Çavuştepe’yi, mağaraları, gölü, denizi, çevreyi kameraya aldım, uygarlık yıkıntılarını, o zamanki komşu medeniyetleri ve sosyal yaşam şartlarını, savaşlarını okudum… Bu yazma serüveni de çok uzun sürdü… Romanın yazılış serüveni böyle, gerisi okuyucuya kalmış.



6 Kasım 2013, Çarşamba, 15:36-beylerbeyi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder