Aslında ben bir şey yapmadım ona. Ne yerimden kımıldadım, ne
bir hareket yaptım ne de ileri geri bir koşu tutturdum ona kavuşmak için. Hiç
ama hiçbir şey yapmadım. Bekledim desem o da değil. Zaten duruyordum durduğum yerde.
Evden çarşıya, evden işe, işten eve. Sonradan tekrar yazının başına, tekrar
bilgisayarın başına... Yok, şu şiir olmuştu da bu diğer şiir iyi olmamıştı
faraziyeleri arasında ömrün kıvılcımlarını çakmaya devam ederken geçinip
gidiyordum işte. Bütün bu tahayyüller arasında dolaşırken Şaban ayı hazretleri
son yıldızlarını dökmüştü üzerimize.
*
Vaktaki Ramazan ayı geldi ve o gün gelip çattı, ayın on
dördüydü zahir; derken ipince bir hilal göründü ve o muhterem akşam yıldızı
belirdi asumanda. Biz faniler hâlâ ah ile vah ile yok geldiydi, yok gelmediydi
münakaşaları arasında bocalamaya dururken, böyle veya buna benzer şeylerle
dakikalar arasında sıkışıp kalmışken kendisi hiç şaşırmadan bütün şaşaasıyla
bütün haşmetiyle gelmişti bile.
*
Bu heyecan arasında bir duraklama anı yaşamadan dahi bir de
baktım ki sahiden gelmiş oruç hazretleri. Niye gelmiş, neden gelmiş, nedeni
neymiş falan derken gelip oturdu hanemizde. Eh böyle olunca da haydi kalk git
denmez ya gelene. Amanın onda bir keyif bir keyif sanki ben onu allı pullu
mektupla çağırmışım kadar öyle bir sevinç yoluna giriverdi hemen. Cezbeye
tutulmuş gibi dönüp durdu. Bende bila kaydı şart bu sevince katılmaktan başka
bir çarem yok dedim ve peşinden de gönül rahatlığı içinde eyvallah dedim. Zaten
başka yapacak bir şey de yoktu. Ne yapabilirdim ki. Öyle bir keyifle gelmiş
beni yakalayıvermişti bir gece vakti.
*
Gece diyorum çünkü o kendini hep gündüzlere saklıyordu.
Geceyle öyle fazla bir derdi yoktu ama ne yapıp ediyor gece vakti geliyordu
gene de. Varsa yoksa gün ışımaya başlarken ki zamandan akşam namaz vaktine
kadardı bütün derdi. Gün kararacak ve de gün ışıyacak en büyük kural buydu.
Demek ki aydınlığın çekilip kaybolacağı bir ana kadardı işi gücü. Mesai yapar
gibi hep o vakitler içinde kaldı. Zaten vakanüvislerin yazdıklarına bakılırsa
hiç vaki değilmiş bu dediğim vakitlerin dışına taşması. En büyük sevincini en
büyük mutluluğunu bu iki vakit arasında yaşıyormuş meğer oruç hazretleri.
*
Öyle işte bana bir şey kalmıyor artık. Geldi mi geliyor.
Engellenemiyor ki mübarek. Öyle bir gelişle arzı endam ediyor. Gelmesi falan
neyse de bir bakıyorsunuz ki öyle bir sevdirmiş kendini öyle bir sevdirmiş ki
şaşıp kalıyorum. Yahu bu mübarek nasıl hemen geldi de bana yapıştı da ve
ardından sevdirdi kendini bana. Beni yemeden içmeden alıkoydu hemen. Çocuklara
bile geçti sevgisi ki ufacık tefecik ve üstelik minnacık çocuklar dahi öyle
yarım gün falan onunla oluyorlar ve amanın nasıl da yüzlerinde o saf ve masum
gülücüklerle ben bu gün oruç tuttum yaa diyerek seviniyorlar. Yaa amcası öğleye
kadar oruç tuttu Elif. Yaaa bende tutacağım diyor minnacık biri. Beyza’da
tutacakmış dedesi, iyi mi. Demek ki o küçücük minnacık dünya güzeli çocuklara
bilerek isteyerek kendini tutturuyor, kendini onlara tutturmuş oluyor yani…
*
Ne kadar hoş ne kadar güzel bir davranış ki o küçücük,
minnacık çocuklar onu tutuyorlar da ben niye tutamıyorum diye hayıflanıp
duruyorum. Kaç gündür aklımı karıştırıp durdu bu düşünce. Yahu tamam da ben onu
çağırmadım ki o kendisi geldi oturdu zaten başım gözüm üstüne. Geldi bana
tutuldu mu desem beni tuttu mu desem? Öyle bir durum işte... Yani karışık.
Şaştım kaldım öylece. Biraz da aklım başımda değil gibi oldu ama gene de bir
acaba ile kalakaldım yolda yürürken. Yani ben onu tutmuyorum demek ki dedim
birden kafamda bir şimşek çakar gibi. Bunun böyle olması lazım gelir herhalde.
Bu olsa olsa onun beni tutması anlamına geliyor. Yani o beni tutuyor. Oruç beni tutuyor. Biraz rahatlamış gibi
oldum bu kanaate vardıktan sonra ama gene de şüphe ve tasdik hakkımı bir kenara
koydum ki ne olur ne olmaz diye bir tedbir olsun elimde.
*
Mademki oruç acıkıyor dedim beni tuttuğu için acıkıyordur
mutlaka. Eğer ben onu tutmuş olsam niye acıksın ki acıkan ben olurdum o vakit.
Ama nedense baktım ki ben de acıkıyorum. Sahi neden acıkıyorum ki? Burası da
biraz karışık gibi geliyor bana. Doğrusu biraz da ortada kalmış gibi
hissediyorum kendimi.
*
Sonra Ramazan ayının bütün sıcaklığı ile birlikte bir şeyler
tekrarından düşünmeye çekti beni. Bu defa daha sarih olarak hiç öyle çalım
atmaya, öyle caka satmaya falan lüzum yok, düpedüz o mübarek oruç hazretleri
beni tutuyor dedim. Bu doğrudan doğruya ORUÇ TUTTU BENİ oluyor. Evet, evet
mübarek oruç hazretleri hiçbir art niyet taşımadan bütün sevgisiyle birlikte
kucaklayıp tutuyor beni. Bunun başka lamı cimi yok. Aslında lafı fazla uzatmaya
da lüzum yok. Vaziyet artık belli olmuştur ki ben orucu tutmuyorum, oruç
resmen, alenen, güpegündüz gelip tuttu beni. Ben zavallı kim, orucu tutmak kim.
Bu mübarek Ramazan ayında; bu Kur’an ayında muhakkak bir ulvi taarruz altında
kalacaktım. Kalmalıydım. Yoksa o beni yakalamasa ben hiç onu yakalamak için
gayret eder miyim? Düşündüm taşındım iyicene bu kararda kaldım. Bunu da daha
çok çarşıda pazarda, sahildeki restoranlarda masalarına kurulmuş ellerinde çatallarıyla
denizi de seyrederek yemek yiyenleri görünce anladım. Yani orada o vaziyetlerde
aklım başıma geldi. Demek ki oruç beni tutmuştu, eğer beni tutmamış olsaydı ben
de o masalardan birine kurulur bir şeyler atıştırırdım elbette. Meğer ben
zavallı bir kul olarak oruç tuttuğumu zan ediyormuşum. Hay sen sağ olasın oruç
hazretleri, sana binlerce teşekkür ediyorum ki sen geldin de sıkıca tuttun
beni. Ya sen beni tutmasaydın benim halim nice olurdu. Sağ olasın emi, berhudar
olasın, mübarek olasın ey oruç hazretleri. Sen ne iyi ettin de geldin ve tuttun
beni… Mübarek olasın emi!
*
“Ramazan ayı öyle bir aydır ki, insanlara doğru yolu
gösteren, hak ile batılı ayıran Kur’an, o ayda indirilmiştir. Sizden kim bu aya
ererse, oruç tutsun…(Bakara–185)”
*
Nurettin Durman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder